30 Nisan 2013 Salı

Sivri Dişliler ! Ve Karşınızda Vampirler!

 
 


Tekrardan merhabalar! Arkadaşlar, bugün sizlere vampirlerden bahsetmek istiyorum. Bu zamanlarda vampir kitapları yazma konusunda biraz cıvıtmış olsalar da hepimizin vazgeçilmezidir vampirler. Neredeyse hepinizin sevdiği vampir bir kahraman vardır. Biliyorsunuz ki vampirlerin özelliği yazan kişiye göre değişir ama vampirlerin kralı tabi ki Kont Dracula'dır. Bütün vampirler ondan türemişlerdir ve eğer vampirleri seviyorsanız Dracula da kesinlikle okunmalıdır.

Öncelikle Alacakaranlık Serisini çoğunuz okumuşsunuzdur. Belki de vampirleri sizlere bu seri sevdirmiştir. Bende Alacakaranlık'ı ilk çıktığı zaman okumuş ve sevmiştim ama ne bileyim, benim serim değildi sanki. Hala da öyle hissederim. Edward'a bayılmıyorum açıkçası, seride Emmett ve Jacob'u severim ben.

Diğer vampir serisi olarak Anita Blake'den bahsetmeliyim sanırım. Hatta o ilk olmalıydı aslında. Anita da cidden çok güzel bir seridir. Ayrıca yazarın hayal gücü de çok ilginçtir :D Bu serideki her erkeği ayrı severim :D

Diğer seri olarak Kedicik Sersi var. (Jeaniene Frost) Bayılıyorum bu seriye. Her bir kitabını okudum ve nasıl bittiğini bile anlamadım hiçbirinin. Bütün erkek karakterleri harikadır. Ama sadece erkekler değil, Kedicik de çok esaslı kadındır.

Güneyli Vampir Serisi... Sookie'yle bu seriyle tanıştım ve bu seride çok güzeldi. Tavsiye ederim yani. Ayrıca sert bir karakterdir Sookie. Tabi dizisini pek sevemedim ama kitabı güzel gerçekten.

Sırada Gece Evi serisi var. Bu kitapta güzeldi ama sonlara doğru ilgim azaldı. Nedeni kitapların kötü olması değil kesinlikle, yazarları çok güzel yazıyor kitapları, ama olaylar karıştı, her erkek Zoey'in peşinde falan baydı biraz ama yinede güzel seridir. Hele ilk kitapları okuduğunuzda çok farklı bir dünyaya giriyorsunuz ve sizi sürüklüyor resmen.


Aklıma gelen seriler/kitaplar bunlar ve sanırım en etkilendiğim ve sevdiklerimde. Lonca Avcısı serisini bu listeye eklemedim çünkü daha çok melekleri konu alıyor. Ayrıca Vampir Günlüklerini de eklemedim çünkü ne kadar sevdiğimi biliyorsunuzdur, onun için ayrı bir yazı bile yazdım.

Açıkçası vampirleri çok severim, onlarla ilgili birçok kitap okudum. Şimdi pek okumasam da sevdiğim serilere devam ediyorum. Okumamamın nedeni de yeni vampir kitapları yazanların kitaplarını bir türlü sevemedim gitti :(


Eğer vampirlerle ilgili kitaplar okumamışsanız yada yukarıdaki serilerden birini, hemen başlamalısınız çünkü cidden güzel kitaplar.

NOT: Aslında en sevdiğim vampir erkekleri de yazacaktım ama belki onlara ayrı bir yazı yazarım diye düşünüyorum. Bir dahaki yazacağım tür Melekler olacak sanırım :)

Hepinize bol ısırıklı günler :P
 
 
 

Dostluk Ekmeği Alıntılar :)

Arkadaşlar önceki yazımda alıntıları unuttum o nedenle tekrar yazıyorum :D Ve alıntılara başlıyoruum !

Müziğin acısını dindirmesine gerek yoktu çünkü zaten müziğin olduğu yerde acı olmazdı.

Ölüm büyük bir şeydir, birçok şeyi değiştirir.

Fazla gözyaşı, mutluluğun mayalanma sürecine zarar verir.

Koyu renkleri açık renklerden, açık renkleri de koyu renklerden ayırmaya devam edip en iyisinin olmasını umut etmekti hayat...

Kendini hem her şey, hem de hiçbir şey gibi hissederken, düşünceleri de sessizlik içinde kaybolup gitti.

Dünya, diğer bir deyişle, senin istiridyendir.

NOT: Umarım beğenirsiniz, sevgilerle! :)

Dostluk Ekmeği :)




Merhabalaar! Kitabı 10 dakika önce bitirdim ve hemen yorumunu yazmaya koştum :)
Kitabın arkasında sadece Julie Evarts'dan bahsetmiş fakat kitap sadece onunla ilgili değil söyleyeyim.

Julie, oğlunu beş yıl önce kaybetmiş ve hala acı çeken bir kadın. Oğlunun ölümünden dört ay sonra kızı Gracie'yi dünyaya getirmiş. Oğlu öldükten sonra ise bu durumu asla atlatamamış. Kocası Mark ile araları bozulmuş, Mark ondan iyice uzaklaşmış, artık aynı evin içinde olmalarına rağmen selam bile vermiyorlar birbirlerine. Julie'nın tek neşesi kızı Gracie. Bir gün kapısının önünde "Umarım beğenirsiniz" yazılı bir not ile Amiş Dostluk Ekmeğini buluyor. Kızı ısrar edince o da yapıyor bu ekmekten.
Hannah ise bir çellist. Kocası şu an başka bir kadınla birlikte, onu terk etmiş durumda. Bir gün ikisi de Madaline isimli yaşlı bir kadının dükkanına aynı zamanda giriyorlar. Julie bu iki kadına Amiş dostluk Ekmeğini yaptıktan sonra kalan hamurları veriyor. Bu ekmek onları birleştiriyor diyebilirim. Görüşmeye başlıyorlar. Julie beş yıl sonra ilk defa mutlu, gülüyor, konuşuyor ve kahkaha atıyor. Ve bu kadınların hayatı düzelmeye başlıyor.

Ayrıca belirtmeliyim ki sadece bu üçü yok kitapta. Julie'nın kız kardeşi Livvy, kocası Mark da var ayrıca. Bu arada şunu da söylemeden geçmek istemiyorum Mark başka bir kadınla da görüşüyor -.-
Vivian. Nefret ediyorum o kadından. Mark da elinden geldiğince karşı koyuyor Vivian'a, ben Julie'yı seviyorum diyor ama ben spoiler vermek istemiyorum :D Her neyse çok zevkli bir kitaptı, nasıl okuduğumu anlamadım, tavsiye ederim herkese.

NOT: Bizde arkadaşlarımla Amiş Dostluk Ekmeği'ni ve diğer tariflerini yapacağız :)

NOT 2: İlgilenenlere duyrulur kitabın arkasında da tarifler vaar ! Ve kitabın kendi ayracı da çok güzel :)

29 Nisan 2013 Pazartesi

ÜZGÜNÜM :(

Merhaba arkadaşlar :) Öncelikle bloga çok sık giremediğim için özür dilerim. Şu sıralar yoğun bir dönemdeyim. Son senem, sınavlar başlıyor, ailem ders çalışmam için baskı yapıyor,dershanem var, günde 300 soru çözüyorum (veya çalışıyorum :D)  ve en yakın arkadaşım zor zamanlar geçiriyor ve şu sıralar onun moralini de düzeltmeye çalışıyorum. Yani pek bir meşgulüm. Ama merak etmeyin, sizleri de ihmal etmemeye çalışıyorum :)
Ara sıra internete girebiliyorum,genellikle hafta sonları. O sıralarda sizlere kitap yorumları yazmaya çalışacağım. Biraz sonra kursum var o nedenle biraz acele yazıyorum :)

Diğer bir sorunum ise şu: Yorumunu yapacağım kitabı seçemiyorum. Zamanım kısıtlı olduğu için bir kitap yorumu yapabiliyorum, bazen de iki. Ama hangi kitap diye düşünürken bütün zamanım geçiyor maalesef :(  Belki bana yardımcı olmak istersiniz? İstediğiniz kitapları yorum olarak yazabilirsiniz veya mesaj atın, bana gönderin bende o kitabın yorumunu yapayım :)

Okuduğunuz için teşekkürler :)

24 Nisan 2013 Çarşamba

Dash & Lily's Book of Dares



Selaaam :) Fark ettim ki hiç başka dilde bir kitap yorumlamamışım o.O

Bu kitap beğenerek okuduğum bir kitaptır. İngilizce kita okumayı sevenlere tavsiye ederim :)

Noel ruhuna aldırmayan Dash ve Noel ile ilgili herşeye bayılan Lily'nin ortak bir noktaları var: Kitaplar. Ve kitaplar onları biraraya getirir.
Dash, kitabevinden çok daha fazlası olduğunu düşündüğü dükkanda (the Strand) dolaşıp, Salinger
kitaplarına bakarken kırmızı bir defter ilgisi çeker. Lily’nin bıraktığı notta bazı ipuçları toplaması gerektiği yazılıdır, böylece ortaya bir cümle çıkacaktır. Bu cümlenin sonunda eğer bu gizemli oyuna devam etmek istiyorsa, kitabevinde çalışan belirli birine defteri teslim etmesi gerekmektedir. Dash, kısa sürede oyunun ilk bölümünü tamamlar ve ismini belirtmeden bir takım “görevler” yazarak defteri teslim eder. Böylece iki genç birbirilerini tanıma yolunda ilk adımı da atmış olurlar.

Eşcinsel olan ağabeyinin teşvikiyle yazdığı defterin kendisini "ideal erkek arkadaşa" yönlendireceğinden çok emin olamayan Lily,  yıl dönümü kutlaması için Fiji’ye giden ebeveynlerinin “yerleşme” planından haberdar olur ve Noel’i protesto edercesine tek başına geçirmeye karar verir.
Manhattan'a taşınacak olan ve orada hiç arkadaşı olmayan Lily, Dash'in verdiği görevleri hevesle yerine getirmeye başlar :)

Çok güzel bir kitaptı ve Dash'i çok sevdiim :)

23 Nisan 2013 Salı

THE VAMPIRE DIARIES



Merhabalaar  :) Bu yazım The Vampire Diaries ile ilgili. TVD benim tam anlamıyla ilgi duyduğum ilk dizi diyebilirim. Evet, başka dizilerde izledim ama TVD'nin tutkunuyum. Diğerleri açıkçası bunun yanında çerezlik kalıyor. Hayatımın dizisi desem yeridir. Diyeceksiniz neden bu kadar seviyorsun? Açıklayayım arkadaşlar.   Bu diziye başladığımda konusu ilgimi çekmişti. Tabi Ian'ın da katkısı var, onu çoktan tanıyordum o zamanlar (tahmin edersiniz ki Lost'tan) ama sadece o değildi yani. İzleyince, özellikle o efsanevi "Hello,brother!" sahnesinde bağlandım.

The Vampire Diares benim için bir aşk üçgeninden, yakışıklılardan veya lise hayatından ibaret değil. The Vampire Diaries benim için; arkadaşlığın, aşkın, ailenin, iyiliğin değerini anlatan, kişilerin hata yapabileceğini, yanlış kişiyi sevebileceğini, ailesini, tüm yakınlarını kaybedebileceğini, duygularında boğulabileceğini, iki aşk arasında kalabileceğini, çok uzun zaman hayatta olmasına  rağmen aslında hiçbir şey yaşamadığını, birini mutlu etmek için herkesi üzebileceğini, kötü sanıldığına rağmen aslında iyi biri olduğunu gösteren ve tüm bunlara rağmen mutlu olmayı, olabilmeyi anlatan ve öğreten bir dizi.

Her ne kadar izleyenlerin çoğu aşk üçgeni, kötüler ve iyiler diye ayırsa ve anlatsa da aslında böyle değildir bu dizi. Umut'u anlatan bir dizi bana göre. Fakat dediğim gibi dikkat ederseniz fark edersiniz. Yani mesajımı almışsınızdır, izleyin bu diziyi, kesinlikle.

NOT: Neden yazdım bilmiyorum, duygusallığım tuttu :D

Aşk Seni De Vurur- Koşun kızlar İskoç Alarmı !



Tek günde bitti, tek kelimeyle harikaydı! Ahh, müthişti, özlemişim Julie okumayı :)
Aslında D&R'a girdiğimde kitap listemde yoktu, tamamen aklımdan çıkmıştı, ama görür görmez kaptım raftan ve onun için Kristin Hannah'ın Evden Çok Uzakta kitabını bırakmak zorunda kaldım :(
Ama hiiç önemli değil, bu kitap için değdi açıkçası :)

Kitabın konusu şu: St.Biel Prensesi Gabrielle Kral John'un isteğiyle bir İskoç beyi olan Monroe'yle evlenmeye gidiyor. Fakat Bu Bey Monroe hem hiç İskoç gibi değil (iyi biri yani huysuz ve kavgacı değil :D) hem de yaşlı. Fakat evlenemiyorlar. (Nedenini söylemiyorum çünkü spoiler vermil olurum)
Ve yolu nasıl oluyorsa Colm McHugh'un klanına çıkıyor. (Burada kocccaman kalpler var) Colm yakışıklı ve güçlü bir bey. (Kardeşi de öyleeee) Ve bunların maceraları başlıyor :) Çok detaya giremiyorum çünkü spoiler işteee :(  Bu arada Gabrielle'in muhafızlarını da fazlasıylaaaaaaaa sevdiim :) Ayrıca tanıdık karakterlerin isimlerini okumak, görmek ve konuşmalarını okumak çok güzel bir duygu. Fidye 'deki, Sır'daki karakterler var kitapta. Ramsey ve Iain'in sadece isimleri geçiyor fakat Brodick (Brodick en sevdiğim Julie karakteridir tabi Alec'le eşitler ) Colm'un arkadaşı olarak diyalogları var :)

Allah'ııım çok şey mi istiyoruuum? Sadece bir İskoç. İskoç Beyi. (Ama ben önce İskoç bulayım da)
Nerede bana bir Brodick, Ramsey, Alec, Colm, Liam, Iain... (Uzar gider bu liste ben sizinle vedalaşayım)


Bir dahaki yazımda görüşmek üzereeeeeeeee :)

21 Nisan 2013 Pazar

ELIT !





Çıkmasına yakın (benim bildiğim kadarıyla) Elit'in tanıtımı buyurun arkadaşlaar :)


35 kız Seçim'i tamamlamak için saraya geldi. 6'sı dışındaki herkes,evlerine gönderildi. Ve yanlızca biri Prens Maxon ile evlenip, Illea'nın prensesi olarak taç giyec...ek.

America kalbinin kime ait olduğundan emin değil. Maxon'la birlikteyken,yaşadıkları yeni ve nefes kesici romantizmden çok memnun. Başkası ile olmayı hayal bile edemiyor. Ama ne zaman Aspen'i görse,paylaştıkları tüm anıları yeniden hatırlıyor (Yok abi bu kız akıllanmayacak -.-) America dışındaki diğer kızlar ise, Maxon'u kazanmak için çok daha kararlı. Ve America'nın karar vermesi için gerekli olan zaman,tükeniyor.

America tam seçimini yaptığından emin olduğun sırada,yıkıcı bir kayıp her şeyi tekrar sorgulamasına neden oluyor. Ve Geleceği için mücadele ederken, monarşiyi devirmeye kararlı isyancıların gücü her geçen gün artıyor. Ve onların planları, America'nın mutlu son şansını yok edebilir.


NOT: Bu America hala Aspen diyor yaaa! :D

20 Nisan 2013 Cumartesi

UYUMSUZ/ DIVERGEND

   


Uyumsuz benim sevdiğim kitaplardan birdir. Okuyalı bayaaa oldu :) Fakat Tris'i bazı zamanlar hiç sevmedim ve ilk kitabın sonu çok yetersizdi bence. Ve üzücü. Ama güzel bir kitaptı ve ben olsam hiç düşünmez Cesurluk'u seçerdim bence çoook güzel :)


Beatrice Priorın Chicagosunda toplum, her biri belli bir erdemi yaşatmaya adanmış beş topluluğa bölünmüş durumda. Dürüstlük, Fedakarlık, Cesurluk, Dostluk ve Bilgelik. 

Her yıl, belli bir günde bütün on altı yaşındakiler, hayatlarının geri kalanında birlikte yaşayacakları grubu seçmek zorunda. 

Beatrice, hem ailesiyle kalmak, hem de kendi benliğini bulmak istiyor ama ikisini birden seçemez. 

Bu nedenle kendisi dahil, herkesi şaşırtan bir seçim yapıyor.

Genç yazar Veronica Roth heyecanlı seçimler, kalp kıran ihanetler, kan donduran sonuçlar ve beklenmedik aşklarla dolu karanlık bir geleceği anlatan gerilim serisinin ilk kitabıyla edebiyat sahnesine çıkıyor!

Yorumum şu: Size tolulukları anlatmayacağım çünkü Tris yeterince anlatıyor. Öncelikle Dört'ü  çoooook sevdim cidden. Ayrıca neden bilmiyorum ama Eric'e de bir sempati duydum açıkçası. Tek kusuru bütün yüzünde hızmalar olması. Birde kötü olması. (kitapta öyle demiyo tabi :D) Birde Tris çok gıcık bir tip. Herzaman değil ama... öyel işte :D Birde ortam çok kötü. Yani arkdaş diyebileceği kimse yok, herkes birbirinin açığını kolluyor. Ama çok değişik bir konusu var. Karakterlerin adını daha iyi hatırlasam daha iyi yorumlardım ama aklımda sadece bunlar kaldı :D Okumanızı tavsiye ederim :)

NOT: Uyumsuz'un (Divergent) filmi de çekiliyor ve Dört'ü canlandıracak olan oyuncu çok yakışıklı ;)



19 Nisan 2013 Cuma

ÖLÜMCÜL OYUNCAKLAR



Merhaba! Sonunda gelebildim :) Gördüğünüz gibi resim koyma sorunumda ortadan kalktı! :)
Bugün en sevdiğim 2. seriyi yani Ölümcül Oyuncakları tanıtacağım. (Birincisi Cehennem Makineleriydi hatırlarsanız)

On beş  yaşındaki Clary Fray, Pandemonium Kulüp'te bir cinayere tanıklık ediyor ve cinayeti yalnızca kendisi görebiliyor! Bir zaman sonra Gölge avcısı olduğunu fark ediyor.  Gölge avcıları insanlara zarar veren iblisleri öldürüyorlar. Yarı melekler, özel silahları ve Clary'nin tanımıyla garip dövmeleri var.  Konu genel olarak bununla ilgili. Tabi ki içinde bolca aşk ve macera var. Açıkçası ben ilk kitabı pek sevmemiştim (kötü demiyorum o da çok güzeldi) ama diğer kitapları muhteşem.
Herkese tavsiye ederim. Hem Ağustosta filmi de çıkacak bence izleyin. Başta karakterleri canlandıracak karakterlerden hoşlanmasam da şimdi çoooook seviyorum :)

NOT (ÖNEMLİ!) Kitabı yeni okuyacaklar bence aşağıdaki oyuncuların resimlerine bakmasınlar birincisi tadı kaçıyor ikincisi hayallerinizi kısıtlamayın bırakın karakterler hayalinizdeki gibi kalsın içinizde  :)











The Mortal Instruments Movie at Toronto Interational Film Festival, Jamie Campbell Bower, Lily Collins, Kevin Zegers, Jemima West, Robbie Sheehan

Yukarıdaki oyuncular sırasıyla Simon'u, Jace'i , Clary'i , Alec'i ve Isabelle'yi canlandıracaklar :)

16 Nisan 2013 Salı

DİZİLER part2 :)

Bu son yazım gerçekten :D Mümkün olduğunca hızlı yazacağım çünkü kapatmam gerekiyor bilgisayarı. Şimdilik aklıma gelen birkaç diziyi yazacağım sizlere. Bir önceki yazımda aklıma gelmemişlerdi şimdi yazayım dedim. BEAUTY AND THE BEAST Konusu kısaca çirkin bir adamın (neresi çirkinse -.-) (bu arada adamın adı Vincent) ve güzeller güzeli Catherine'nin imkansız aşkını konu alıyor.Catherine, annesiyle birlikte bir silahlı saldırıya uğramıştır. Bu saldırıda annesini kaybeder; fakat, kendisini biri -ya da “bir şey” demek daha doğru- kurtarır ve ortadan kaybolur. Sonra Catherine bu adamı unutmaz onu aramaya başlar falan filan. Ama güzel dizi yani kötü değil. CULT Burada benim sevgili öğretmenim Alaric'im var! (TVD izleyenler bilir) Gündem, bir dizi kaybolma ve cinayet vakası ile meşguldür. İşin ilginç tarafı ise bu olaylar ile oldukça popüler olan suç dizisi Cult’ta yaşayan olaylar arasında tesadüften olamayacak bir takım benzerlikler olmasıdır. Bu programda prodüksiyon asistanı olarak çalışan Skye, bu suçları işleyenlerin aslına dizide gördüğü eylemleri kopyalayıp hayata geçiren bir takım izleyiciler olduğunu düşünür. Sonra da bir ekip oluşturarak dizinin fanatik izleyicilerini araştırmaya başlarlar THE CARRIE DIARIES 80'lerin başında, Carry'nin lise hayatını, daha doğrusu lise yaşlarını anlatıyor.Arkadaşlık, aşk, seks üzerine ilk soruları sormaya başlayan Carrie, bir yandan da okulla uğraşmaya çalışacak ve elbette ki aşkla bağlı olduğu Manhattan’ı keşfedecek; buradan da yolu New York’a uzanacak. Bunu da tavsiye ederim çok keyifli bence :) MY MAD FAT DIARY Şişman bir kızın popüler bir çocuğa aşık olmasını ve çocuğunda bu aşka karşılık vermesini konu ediniyor. Bu arada dizi 6 bölümdü sanırım ve ikinci sezonu da öyle olacakmış çünkü Rae'yi canlandıran kız zayıflayacakmış (dizinin ikinci sezonu ocakta başlayacak) Bu da güzel bir dizi. Tabuları yıkmak gibi bence :)

Aniden Shakespeare :)

Bilgisayarımda sorun olduğu için resim koyamıyorum kusura bakmayın en kısa zamanda tekrar düzenleyip koyabilirim :) Hayatımda okuduğum en güzel kitaplar var, evet ama bu en en en en iyisi. Bakın iyilerinden birisi demiyorum. En iyisi. Neden bilmiyorum ama bayıldıııım. Muhteşem bir kitap. Kitabı bitirdiğimde ağladım ama bu çok garip bir ağlamaydı. Mutsuz sondan değildi. Tam tersi de değil. Garipti yani :D Şimdi Rosa sevgilisinden yeni ayrılan ve aşk acısı çeken bir kadındır. Bir gün bir medyumla karşılaşır ve o da onu geçmişinde olduğu kişinin bedenine geri göndereceğini söyler. Rosa'nın geri dönmesi için tek bir şart vardır: Gerçek aşkın ne olduğunu bulmak. Rosa transa girer ve hoooop! Kendini William Shakespeare'in vücudunda, daha da kötüsü bir düellonun ortasında buluverir. William da öyle çirkin bir adam da değil. Yakışıkla, her kadının istediği bir tiptir. İşte bundan sonrası spoiler olacağı için yazmıyorum, okuyun görün ama kesinlikle muhteşem bir kitap. Bayılacağınızdan eminim. Hem komik, hem duygusal, tek kelimeyle mükemmel! NOT: Herkese tavsiye ederim :) NOT2: Alıntı paylaşırdım ama kitap maalesef bende değil ve hatırladığım diyologları da tam hatırlamıyorum. Bir dahaki yazımda görüşmek üzereeee :) DİPNOT: William Shakespeare'i zaten severdim ama bu kitapta hastası oldum o derece :D Bu sefer kesin gidiyorum iyi geceler. Yarın erken kalkmam gerek bu yüzden sanırım yazı paylaşamayacağım hem en sevdiğim kuzenimin doğum günü, okuluna gidip sürpriz yapacağız hemde dershane hocam annemi çağırdı yeterli çalışmıyormuşum :( Ve matematik sınavım vaaar :(

15 Nisan 2013 Pazartesi

GÖÇEBE :)

Göçebe

Biraz geç oldu ama çoktan okuduğum ama yorumunu yapmayı unuttuğum bir kitaptı Göçebe.
Normalde Alacakaranlık serisi iyidir güzeldir amma benim pek ilgimi çekmemişti.(Jacop ve kurtadamlar haricinde :D sıkı bir Jacop fanıyımdır :D) Yani benim tarzıma göre değildi sanki. Sonra bir arkadaşmdan Göçebe'yi alıp okudum veeee BA-YIL-DIM !
Gerçekten, son kısımlarda bir yerde ağlamıştım ve benim ağlamam çok çok zordur :D (Ben duygusuz değilim -.-) Bu ara filmi de çıktı bende tanıtımımı yazayım dedim. Yorum yapardım ama yapılmayacak kadar karışık :D Ama çok güzel bir kitaptır.


ünyamız görünmeyen bir düşman tarafından istila edilmişti. İnsanların bedenleri, bu istilacılar için sahiplik yaparken bedenler bir değişikliğe uğramamış gibi görünse de, zihinleri ele geçiriliyordu. Neredeyse herkes teslim olmuştu.Geriye kalan "vahşi" birkaç insandan biri olan Melanie, yakalandığı zaman sonunun geldiğine inanır. Göçebe, Melanie'nin bedenini alan "ruh", yetkililer tarafından bir insan bedeninin içinde yaşarken karşılaşabileceği zorluklar hakkında uyarılmıştır: Baskın duygular, hislerin yoğunluğu, çok canlı olabilen anılar… Ama Göçebe'nin beklemediği bir zorluk vardır: Bedeninin önceki sakini zihninden vazgeçmeyi reddeder.Göçebe, Melanie'nin düşüncelerinin derinlerine inerek geri kalan insanların nerde olduğunu öğrenmeye çalışır. Ama Melanie'nin zihninde tek görebildiği, sevdiği adamın, hâlâ saklanan bir insan olan Jared'ın hayalidir. Bedeninin arzularına direnemeyen Göçebe, yakalamak zorunda olduğu bu adama karşı özlem duymaya başlar. Dış güçler, Göçebe ve Melanie'yi, aslında istemeseler de, ortak bir hedefte birleştirir ve birlikte sevdikleri adamı bulmak için tehlikeli ve sonu belli olmayan bir macera için yola koyulurlar.Zamanımızın en çok ilgi uyandıran yazarlarından biri olan Stephenie Meyer, aşkın direnci ve insan olmanın asıl anlamını anlatan, unutulmaz ve heyecan dolu bir romanla yine sizlerle beraber.

NOT: Herkese tavsiye ederim fakat özellikle ilk 100-120 sayfası sıkıcıdır, sakın bırakmayın çünkü devamı çok ilgi çekici ve güzeldir. Bu arada uzun bir kitaptır, 600 sayfaya yakın sanırım o yüzden sınavlarınızın veya finallerinizin olmadığı bir zamana denk getirin bence :D

The Infernal Device Serisi (Cehennem Makineleri)



Bu kitap serisi benim en en en en sevdiğim seri. İkinci en sevdiğim de Ölümcül Oyuncaklar'dır zaten.

Açıkçası final olmasını hiç mi hiiiiç istemiyorum ve yazarımız biraz hayranlarının acısından zevk alan bir tip olduğundan ( bu işin şakas tabi :D) son kitap Clocwork Princess'i bitirmek istemiyorum  ve kitabı sonlarına doğru bıraktım. Hiç istemesem de :D Ayrıca kitabı bitirenlerin yorumlarıda beni korkuttu biraz. Ama bu seri gerçekten muh-te-şem!

Birinci kitabın konusu:

On altı yaşındaki Tessa Gray, ağabeyini bulmak için okyanusu aşıp Kraliçe Viktorya’nın hükmü altındaki İngiltere’ye geldiğinde, onu korkunç bir sır bekliyordu. Londra’nın Aşağıdünya’sının ıssız sokaklarını vampirler, büyücüler ve diğer doğaüstü yaratıklar ele geçirmişti. Kaosun yerine düzen getirmekse yalnızca Gölgeavcıları’na, kendilerini dünyayı iblislerden kurtarmaya adamış savaşçılara düşüyordu.
Pandemonium Kulübü’nde çalışan Kara Kardeşler tarafından kaçırılan Tessa, sonunda kendisinin de bir Aşağıdünyalı olduğunu öğrenecekti. Üstelik ender bulunan bir yeteneğe sahipti.
İstediği zaman bir başkasına dönüşebiliyordu.
Kulübün kendini sır gibi saklayan yöneticisi Magister’ın niyeti ise,
Tessa’yı ve gücünü ele geçirmekti.
Kapana kısılan Tessa, çareyi Londra Enstitüsü’ndeki Gölgeavcıları’na sığınmakta bulacak ve kısa zaman içinde, Enstitü’deki iki genç, Tessa’yı büyüleyecekti. Genç kız, kırılgan güzelliğinin arkasında ölümcül bir sır saklı olan James’le, kırıcı sözleri ve havai tavırları nedeniyle herkesi -Tessa dışında herkesi- kendinden uzaklaştıran mavi gözlü Will arasında kalacaktı. Tessa ve arkadaşları, araştırmalarını derinleştirdikçe kendilerini, Gölgeavcıları’nı yok etmek üzere planlanmış hain bir komplonun ortasında buldu. Tessa bir seçim yapmak zorunda olduğunu biliyordu.
Ya ağabeyini kurtaracaktı, ya da yeni arkadaşlarının büyülü dünyasını…
Ama bilmediği bir şey vardı.
Büyülerin en tehlikelisi aşktı!

İkinci kitap:
ondra Enstitüsündeki dengeler hiç bu kadar hassas olmamıştı. Konsey, Charlotteın gücünü elinden almak ve bu gücü, ahlak değerlerinden yoksun, gözünü iktidar hırsı bürümüş Benedict Lightwood'da istiyordu.

Will, Jem ve Tessa, Enstitüyü ve Charlotteı kurtarma umuduyla Mortmainin geçmişiyle ilgili sırları araştırmaya karar verdi. Ancak tek keşfettikleri düşmanın amacı değildi. Aynı zamanda Tessayla ilgili huzursuz edici Gölge Avcısı bağlantısını da öğrendiler. Zaten Will ve Jemin ilgisi arasında kalan Tessa, kendisinin bizzat bir "canavar"a dönüşmesine Gölge Avcılarının yardım ettiğini öğrenince başka bir seçimle daha yüz yüze gelecekti.
Üçüncü kitabın tanıtımı İngilizce o nedenle yazmıyorum ama bomba gibi kitap :D Bu arada belirtmek istiyorum ne Team William'ım ne de Team James. Çünkü ikisinide fazlasıylaaaaaaa seviyorum :)
NOT: (yine not :D) Okunması gereken bir seriii :)



OMG ! Julie Garwood'un Yeni Kitabııııı





Aşkın, nefretin, intikamın ve saf arzunun özüne inen sürükleyici bir hikâye…

St. Biel’li Prenses Gabrielle için İskoçya şaşırtıcı manzaraların, vahşi klan şeflerinin, aldatıcı vadilerin, dik gölgelerin - ve şimdi de hilekârlığın, ihanetin ve cinayetlerin diyarıdır. Muhteşem güzelliğiyle tanınan ve İngiltere’nin en güçlü baronlarından birinin kızı olan Gabrielle, aynı zamanda Highlands topraklarında barış isteyen kral için mükemmel bir pazarlık kozudur. Kral John, Gabrielle’in iyi huylu ve asil bir beyle evlendirilmesine karar verir. Ama bu evlilik asla gerçekleşmeyecektir.
Muhafızlarıyla birlikte akıl almaz bir zalimliğe tanık olan Gabrielle için her şey bir anda değişir. Okuyla tek atışla birinin canını alırken, bir başkasının hayatını kurtarır ve böylece savaş başlar.
Birkaç gün içinde eski ve yeni düşmanlar arasında büyük bir kavga alevlenirken Highlands tutkuyla tutuşur. Gabrielle’in sakladığı sır yüzünden İskoçya’nın en korkulan adamı Colm MacHugh’un cesur olmak için yeni bir sebebi vardır. Colm’un delici bakışlarının altında Gabrielle’in ne bedeni ne de kalbi güvendedir.



AMAN ALLAH'IMMMM !!!! Bir Julie Garwood hayranı olarak sevinç nidaları atıyoruuuum şu aaan O.o
Yaklaşık bir yıl önce Julie Garwood'a bir mail atmıştım. Mailin bir kısmında da yeni kitabının konusunu sormuştum. Bana bu kitabın konusunu yazmıştı. Ama bu kitabın yerine başka bir kitabı çevrildi Türkçe'ye. Çok heyecanlandım şimdi :D llah'ım çıksın bir an önceee :D Sevgili İskoçlarıma kavuşayıııım :D 

NOT: (Sanırım not yazmadan yapamıyorum :D) Julie'nin her kitabını tavsiye ederim. Özellikle de Gelin'i. Benim okuduğum ilk Julie kitabıydı :)

14 Nisan 2013 Pazar

Film Zamanı : AŞK, ŞİMDİ !

Aşk, Şimdi! : poster

İzlememin sebebi başta Jeremy Irvine olmasına rağmen hayatımda izlediğim en güzel filmler arasına girdi. Başta fragmanı izlemiş ve beğenmiştim. Sonra da filmi izlemeye karar verdim. İyi ki de vermişim. Film bittiğinde gözlerim kıpkırmızı olmasına rağmen (evet, itiraf ediyorum ağladım :D)
çok güzeldi.

Konusu kanser olan bir kızın tedaviyi bırakması ve kalan zamanını hazırladığı ölmeden önce yapılacaklar listesindeki şeyleri yapmaya karar vermesini konu alıyor. Başta seks vardı ama kızımız yapamadı, aşık olmak istiyordu çünkü. Ama kendisi de mümkün olacağına çok inanmıyor gibiydi, ne de olsa kanserliyim diye düşünüyordu sanırım. Biraz aksi biriydi, özellikle babasına karşı. Bence o adam hak etmiyordu ama kızın durumu da malum. Her neyse, Tessa'nın (kızın adı) hayatına Adam girdiğinden sonra düzene girdi. Ama bu kızın kanser olduğu gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki. Tessa bence en çok tanınmayı, aşık olmayı ve en yakın arkadaşının doğumunda yanında olup bebeği önce kendisinin tutmasını istiyordu. Tabi sonuncuyu pek gerçekleştirdiği söylenemez :(

NOT: Detaya girmek istemiyorum, yeterince girdim zaten :D Ama izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

NOT2: Film bir kitaptan uyarlanmış ve sanırım gerçek bir hikaye. Bana da öyle geliyor ve aklımda ailesi ya da sevgilisinin onun hayallerini gerçekleştirip ünlü olmasını sağlamak için hayatını film yapmak istiyor gibi bir düşünce de var açıkçası. (Cümlem harika :D)

Dizileer :)

Merhabalaaaaar :)
Şimdi, ben dizi izlemeyi (yabancı) çoook severiim. Bir sürü bir sürü ve biiiir sürü dizi izledim şimdiye kadar ve izliyoruuum :) En sevdiklerimi sıralamak istiyorum size :)

Öncelikle ben bir TVD yani The Vampire Diaries hayranıyımdır hem de en esaslısından :D
O yüzden ilk önce hangisini tanıtacağımı anlamışsınızdır :D

THE VAMPIRE DIARIES

Üç gencin (daha doğrusu iki genç görünen ve bir gencin :D) aşk ve macera hikayesini konu alıyor. Cidden çok zevklidir ve Damon'a kesinlikle ölüp biteceksiniz :D Ama Stefan'ı da küçümsemeyelim :)
Detaya girmek istemiyorum çünkü birçok kişi izliyordur zaten.

SUPERNATURAL

İki kardeş (Dean ve Sam Winchester) doğaüstü şeyleri (şeyleri diyorum çünk çok çeşitli yaratıklar falan var :D) avlaması üzerine kurulmuş bir dizi ve kesinlikle Dean ve Sam için bile izlemeye değer ama dizi de süperdir :)

GAME OF THRONES

Çok farklı bir tarzı ve mitolojisi var açıkçası özetleyemem bile :) Ama izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Özellikle tarihi ve fantastik şeyleri seviyorsanız. (Ve entrikaa)

DOCTOR WHO (galp ben :D)

Ahhhhh şu  Matt Smith'in İngiliz aksanı yok mu beni öldürüyoooor ! Kendisi de tabi ki :D Dizi harikaa 1. sezonundan tut 7. sezonuna kadar harika :D (8'i saymıyorum) Kelimelerle anlatamam o kadar seviyorum.

SHERLOCK (BBC)

Sherlock Holmes'u zaten seven biri olarak bu diziye hastayım. Hele Benedict ile Martin'e (Ahh)
İngiltere ve İngiliz aksanı deyip susuyorum :D Ayrıca mini dizi olması dizinin tek dezavantajı onun haricinde bana göre Sherlock'u anlatan en iyi dizi. (Ayrıca film olmadığı halde filmlerden de iyi bence.) Tabi Robert Downey Jr.'a haksızlık yapmak istemem, onun kalbimde ayrı bir yeri var :D

HIMYM

Çoooook eğlendiğim ve sevdiğim bir dizidir kendisi. Ben dizilerde komediyi çok sevmediğim halde tutkunuyum. Herkese de tavsiye ederim. (Ahh, Neil Patrick Harris gay olmayaydı eyiydi ama olsun ben onu yine de seviyorum.)

ARROW (ahh okçular ahhh ayrı bir zaafım var onlaraaa)

Okçum, okçum,okçum (ve kasları :D) diyoruum noktayı koyuyorum. Harikkaa bir dizii şidddeeetttle tavsiye ederim. Ama o kız kardeş yok mu o kızkardeş, insanı kanser eder yemin ediyoruum :D

NEW GIRL

Komedi dizileri sevmediğim halde cidden severek ve eğlenerek izliyorum bu diziyi. Çok eğlenceli, ilk sezonunu bir oturuşta bitirmiştim.

SPARTACUS

İzlenmesi gereken bir dizi. Bir daha gelmez böyle bir dizi. Çok güzel. (Ama baştan söylüyorum çok cinsellik var ben de arada rahatsız oluyorum açıkçası) Ayrıca sırf yarı çıplak erkekler için bile izlenir :P

MERLIN

Çooook güzel. Ve yine İngilizler, yine İngiliz aksanı, yine İngiltere ve İngiliz efsaneleri ve ben :D
Cidden hem eğlenceli hem de ilginç bir dizi. Ama o final bütün merlin severleri yerle bir etti :( Ahh Arthur, ahh Merlin, ahh Yuvarlak Masa Şövalyeleri ahh :D

GLEE

İlk sezonunun bazı bölümlerini ve sahnelerini saçma bulsamda gayet güzel ve eğlenceli bir dizi. Özellikle müzik varsa herşeyi severim :D


NOT: Şimdilik aklıma gelenler bunlar aslında daha fazla var :D Bu arada bunlar bitmeyen, hala devam edenler. (Spartacus ve Merlin hariç başka biten yok sanırım.)
Ayrıca ben sapık değilim, onlar vücutlarını gösteriyorlar ve yakışıklılar  -.-

Tatlı Belaa!



Nasıl anlatacağımı bilmiyorum çünkü gerçekten çok güzel bir kitaptııııı :)
Öncelikle söylemeden geçemeyeğim Travis Maddox muhteşem bir erkek O.o

Aslında kitap 2011 yılında Beautiful Disaster adıyla çıkmıştı ve bizde daha şimdi yayınlanıyor :(

Kitabın Tanıtımı:

Abby Abernathy karanlık geçmişiyle arasına mesafe koymuş olan, alkol kullanmayan, küfür bile etmeyen kendi halinde bir kız, fakat hayatını dövüşerek kazanan ve vücudu dövmelerle kaplı yakışıklı Travis Maddox onun hayatını değiştireceğe benziyor.

İyi kız ve kötü çocuk… Bu birliktelik bir aşkın mı habercisi yoksa bir felaketin mi?

Tatlı Bela sadece bir “bestseller” değil, uluslararası bir fenomen. Yayımlandığı günden beri tüm dünyada büyük yankı uyandıran bu kitabı okumayan kalmayacak

Şimdi geleyim kendi yorumuma:

Travis ve Abby "arkadaşlar". Peh peh peh. Nasıl arkadaşlıksa artık aynı yatakta yatmalar mı desem, barlarda baştan çıkarıcı şekilde dans edip Abby'nin boynunun öpülmesi mi desem, kıskançlıklar mı desem yani desem de desem. Neyse, Travis dövüşerek para kazanan biri. Abby ise geçmişlerden ünlü bir pokerci. Sürekli tartışıyorlar ama hep barışmanın bir yolunu byuluyorlar. Anlayacağınız baya arızalı bir çiftler. Ve bence çok uyumlular. (Tabi Travis benimle tanışsaydı Abby falan umurunda olmazdı da aralarını bozmak istemedim -.-) Kitabı elinizden bırakamayacağınızdan adı gibi eminim. Olaylar olaylar yani.İkinci kitabı da var bu serinin. Walking Disaster. Travis'in gözünden anlatılmış. Sen git boy boy Maddox kardeş varken Travis'in gözünden yaz, hiç oldu mu ama Jamie Ablacım?

Şimdi sizlere kitaptan birkaç alıntı sunmak istiyoruuum :)

Masanın etrafında dolaşıp America'nın kulağına eğildi.
Shepley kuzenine bir tane kızarmış patates attı."Dudaklarını hatunumun kulağından çek Trav!"

Beni omzunun üstüne atıp arkamızdaki kalabalıkta kendine yol açarak ilerledi."Yol açın millet! Bu zavallı kadının korkunç bir biçimde sakatlanmış, aşırı büyük beynine yer açın! O kahrolası bir dahi!"
Sınıf arkadaşlarımın merakla gülümseyen yüzlerine bakıp kıkırdadım.

"Ne var Güvercin?"
İçimi çektim."Bu var,"dedim, başımı göğsüne yasladım ve kollarımı açıp ona mümkün olduğu kadar sıkı sarıldım.

Travis sabah güneşinin altınd sadece boxer'ıyla çıplak ayak durmuş, üşüdüğü için kollarnı kavusturmuştu. Gururlu bir baba gibi Toto'nun (P.S. Toto Abby'nin Trav'ın ona hediye ettiği köpek)
küçük bir çimen parçasını koklamasını izledi.
"Daha önce hiç köpeğim olmamışt,"dedim. "Bu iş enteresan olacak."
America arabayı birinci vitese almadan önce Travis'e baktı.Başıyla onu işaret edip,"Şuna bak," dedi, "Travis Maddox: Bay Annecik."

Not: Obsidyen'i ve Deamon'u sevdiyseniz Travis'i ve Tatlı Bela'yı da seversiniz. Ve açıkçası ben sanki Travis'i daha çok sevdim. Adamın dövmesi var zaten :D Benim zaafım.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Alıntı: TUTKULU NOTALAR

 
 

 Kitap, Ephesus Yayınları'ndan çıkacak !

"Soloyu beğendin mi?"
“Nasıl beğenmem? Tüm düşünebildiğim onu yazdığında benimle seviştiğindi.”
Brian güldü. “Ben de aynı şeyi düşünüyordum.”
... “Öyle mi?”
“Başka ne hakkında düşünebilirdim ki?”
“Beş bin kızın çığlıklarla senin adını söylemesini?”
“Orada benim adımı çığlıklarla söyleyen beş bin erkek de vardı. Tam anlamıyla bir tahrik unsuru sayılmaz. Ayrıca, ben sadece tek bir kadının benim adımı çığlıklarla söylemesini önemsiyorum.”
 
Not: Bu kitap hariikaaaaa ötesiiii :O Zaten içinde müzik var ve müzikle kitap (ve aşk) birleşmişse bende varıım :D
 
 

12 Nisan 2013 Cuma

Le Chick Butik ! Erkeğini mağazadan seçmek ister miydin?

 
 
Uzuuun zamandır istediğim bir kitaptı sonunda Türkçeye çevriliyor :) Çok değişik ve ilgi çekici bir konusu var :D Erkekleri bir mağazadan seçmek çok çekici bir fikir :D
 
AVRUPALI YÜZ BİNLERCE KADIN YANILIYOR OLAMAZ...

New York'ta üç arkadaş: Dori, Jesi ve Irene. Her şeye hazırlar ve sürekli Bay Doğru'yu aramaktalar.

LeChic Butik’in açılışına davet edildiklerinde kendilerini bir sürprizin beklediğini biliy...orlardı. LeChic’in devrim yaratacak yeni bir konsepti vardı: Erkek satmaktaydılar! Hem de her biçimde, her bedende, her renkte ve her kişilikte erkekleri vardı. Kadınlar, müstakbel eşlerini hazır alabilirler ya da kendilerine uyacak şekilde özel yaptırabilirlerdi. Her ne kadar alışılmadık bir durum olsa da üçlümüz hemen istedikleri erkekleri aramaya koyulurlar. Ancak dikkatli olun, her zaman istediğiniz ya da ihtiyaç duyduğunuz her şeyi satın almazsınız. Yanlış beden seçmişsinizdir, o renk size pek gitmiyordur ya da aldığınız belki hiç de sizin tarzınız değildir. Tabii ki çoğu kez aldıklarımızı eve getirmeden bunun farkına varamayız. Kıyafetler için geçerli olan bu durum erkekler için de geçerliydi.

Neyse ki LeChic, ürün değişimi hizmeti sunmaktaydı ve kahramanlarımız da bu hizmetten sonuna kadar faydalanacaklardı…
 -------
Kitabın konusu,kurgusu müthiş, özen gösterilseydi eğer muhteşem bir kitap olurdu. Fakat, kitabın anlatılışı, yazılışı o kadar baştan savma ve sıkıcı ki yarısına anca geldim ve bıraktım kitabın kısa olmasına rağmen. Tavsiye etmiyorum, keşke daha başarılı bir yazar yazsaydı harika bir kitap olabilirdi.

11 Nisan 2013 Perşembe

Nasıl Bir Ülken Olsun İsterdin?

Bir arkadaşım "nasıl bir ülken olsun isterdin?" diye bir soru sordu bana bugün. Güzel bir soruydu açıkçası.

Ben İngiltere gibi soylu ve İngiltere gibi tarihi upuzuun olan, Amerika gibi yeniliklere yatkın olan, Fransa gibi tutkulu, İskoçya gibi savaşçı ruhlu, İtalya ve Türkiye gibi lezzete düşkün, İspanya gibi neşeli, Almanya gibi sakin, Rusya gibi güzelleri bol olan ( P.S. Ve her İngiltere gibi yakışıklıları :D) bir ülke isterdim. Tabii bunlar aklıma gelen ülkeler ve özlliklerikleri. Ah bir de İskoçya gibi manzara ve İngiltere gibi sarayları bol olsun isterdim. Ve de Türkiye'nin Atatürk'ü gibi bir lideri olan <3 :)


NOT: neden yazdım bilmiyorum :D

Film Zamanıı! August Rush :)



Bu yazımda size bir filmi tanıtmak istiyoruuum :)  Ben müzikle ilgili herşeyi severim. Bu filmi bana kuzenim önermişti. Başta izleyesim gelmemişti ama izleyince yanıldığımı anladım. İİzlediğim en güzel filmlerdendir kendisi. Şiddetle tavsiye ederim ^.^

Konusuna gelirsek:  August Rush, doğduğunda yetimhaneye bırakılır. Kimse ona inanmaz ama o herşeyde müziği duyduğunu söyler. Herşeyde. Basit bir sokaktan gelen seslerden bile müzik çıkarablir kendisi. Anlayacağınız bir müzik dahisi. Birgün yetimhaneden kaçar. Yolda gitar çalan biriyle tanışır, o da kaldığı yere götürür onu. Çocuklara sokakta enstrümanlarla şarkılar çaldıran bir adam vardır ve August'u benim deyişimle ele geçirir. Bir zaman sonra August o adamdan da kaçmak ister...
Bir de August'un anne ve babası var. Babası, bir grubun solisti ve gitaristidir. Annesi ise hatırladığım kadarıyla çellistti. (çello çalan kişi) Annesinin de babasının da bir çocukları olduğundan haberleri yok ve August doğadan ayrılmışlar.

Konu genel olarak böyle. Ama cidden harika ötesi bir film.

Dinleyin. Duyabiliyor musunuz müziği? Ben her yerde duyabiliyorum. Rüzgarda, havada, ışıkta. Müzik her tarafta. Tek yapmanız gereken dinlemek.. Müziği duymama engel olmaya çalışıyorlar ama yalnız olduğum anlarda müzik içimde yükselir. -August Rush.

Not: Ayrıca büyük bir aşkı da konu alan bir film. Ve August gitar çalmayı öğrenmeden kendi tarzıyla gitar çalabiliyor. O.o

9 Nisan 2013 Salı

Sana Soyundum



Aslında daha önce yorumlamalıydım ama kısmet bugüneymiş.
Şimdi bir çoğunuz konusunu biliyordur. Bu arada eklemeden yapamayacağım, Grinin Elli Tonu ile karşılaştırıyorsanız ve bu yüzden almak istemiyorsanız, gerçekten karşılaştırmamalısınız.

Kitabı bir günde bitirdim, gerçekten çok güzeldi. Tamam, bende grinin elli tonuyla karşılaştırdım ama benzerlikler çok az. Erkek karakterler çok zengin, şoförleri var, geçmişleri kötü falan ama aklıma gelen tüm benzerlikler bunlar açıkçası. Bir kere baş kadın karakter olan Eva sarışın, zengin ve geçmişinde kötü şeylere maruz kalmış, dövüş dersi ( Krav Maga) alan bir kadın. Yani Ana'yla hiç bir benzerliği yok. Ayrıca daha otoriter diyebilirim. Baş erkek karakter Gideon da siyah saçlı mavi gözlü, sevgilileriyle efendi-köle ilişkisi olmayan, zengin biri. Bunlar Cross Holding'de garip bir şekilde karşılaşıyorlar. Gideon seksiliğiyle herkesi kendine çeken biri. Seksapeli çok yüksek. Aşırı yüksek hatta. Ertesi gün Eva Cross Holding'de bir reklam ajansında çalışmaya başlıyor. Ve resmen tanışmaları sanırım böyle başlıyordu.  Her neyse, bunların çok çalkantılı bir ilişkileri var ve açıkçası bazen ben bunaldım. Ayrıca küs kalamıyorlar. Bense böyle ayrılıktan sonra mutlu sonu seven tiplerdenim. Biraz bunda sorun yaşadım ama kitap çok güzeldi gerçekten.

Not: Eva'nın en yakın arkadaşı Cary'nin hem erkek hem kadınlardan hoşlanması pek hoşuma gitmedi açıkçası. Hele kitabın sonundaki o sahne -.-

DEX - ONİKS ÖN OKUMA !

ONİKS

Okumadıysanız koşun okuyuuun O.o Çok güzel :)




1-

Daemon Black’in sırasına oturmasından, her zamanki kalemiyle kürek kemiğimi dürtmesine kadar tam on saniye geçmişti. Koca koca on saniye. Arkama dönünce onun o kendine has kır koku­sunu içime çektim.
Daemon geri çekildi, kaleminin mavi kapağını dudaklarının ke­narına hafifçe vurdu. İyi bildiğim dudaklarına. “Günaydın Kedicik.”
Bakışlarımı güçlükle gözlerine çevirdim. Yeni kesilmiş bir gülün sapı kadar canlı bir yeşil olan gözlerine. “Günaydın Daemon.”
Başını geriye atınca asi, siyah saçları alnına düştü. “Bu gece planımız var, unutma.”
“Evet, biliyorum. Dört gözle bekliyorum,” dedim soğuk bir şe­kilde.
Daemon öne eğilince siyah süveteri geniş omuzlarının üze­rinde gerildi. Sırasını aşağıya yatırdı. Arkadaşlarım Carissa ile Lesa’nın hafifçe iç çekmelerini duydum, sınıftaki herkesin gözü­nün üzerimizde olduğundan emindim. Dudaklarının bir kenarı yukarı kıvrıldı, sanki gizlice gülüyordu.
Sessizlik dayanılmaz bir hal almıştı. “Ne var ya?
“İzini yok etmeliyiz,” dedi sadece benim duyabileceğim kadar alçak sesle. Neyse ki. Millete izin ne olduğunu anlatmaya çalışmayı hiç de iple çekmiyordum. Ya, bildiğiniz gibi, insanlara bulaşıp onları yılbaşı ağacı gibi aydınlatan, kötücül bir uzay ırkı içinse işaret fenerine dönüştüren bir uzaylı kalıntısı. Azıcık ister misiniz?
Tabii. Tabii.
Kalemimi aldım, içimden onu dürtmek geldi. “Evet, o kadarını anladık.”
“İzi silmek için acayip eğlenceli bir fikrim var.”
“Eğlenceli fikrinin” ne olduğunu biliyordum. Ben. O. İşi pişir­mek. Gülümsedim, gülümseyince gözlerinin yeşili yumuşadı.
“Ne o? Hoşuna mı gitti?” diye mırıldanıp bakışlarını dudakla­rıma indirdi. Tüm vücudum garip bir coşkuyla titremeye başla­yınca, kendime bu yüz seksen derecelik dönüşün benimle değil, o acayip uzaylı şeyinin etkisiyle ilgili olduğunu anımsattım. Dae­mon Arum’larla savaştıktan sonra beni iyileştirdiğinden beri ara­mızda bir bağ vardı ve bu, onun açısından bir ilişkiye başlamak için yeterli görünse de benim için yeterli değildi.
Çünkü gerçek değildi.
Ben, annemle babamınki gibi bir şey istiyordum. Yani ölüm­süz aşk. Güçlü. Gerçek. Deli saçması bir uzaylı bağı, istediğimi veremezdi.
“Avucunu yalarsın,” dedim sonunda.
“Karşı koyman işe yaramaz Kedicik.”
“Senin caziben de öyle.”
“Görürüz bakalım.”
Gözlerimi devirerek önüme döndüm. Daemon taş gibiydi ama aynı zamanda tam dayaklıktı ve bu, bazen taş gibi olduğu gerçe­ğini bile gölgede bırakıyordu. Ama her zaman değil.
Yaşlı trigonometri öğretmenimiz ayaklarını sürüye sürüye içeri girdi. Geciken zili beklerken elinde kalın bir tomar kâğıt tutuyordu.
Daemon beni kalemiyle dürttü. Tekrar.
Yumruklarımı sıktım, onu görmezden mi gelsem diye düşün­düm. Fakat bunu yapmayacak kadar akıllıydım. Öyle yapsam beni durmadan dürtecekti. Arkamı döndüm, dik dik baktım. “Ne var Daemon?”
Daemon, bir kobra kadar hızlı hareket etti. Karnıma tuhaf şeyler yapan bir sırıtışla parmaklarını çenemde gezdirdi, saçımın incecik bir telini yüzümden çekti.
Ona bakakaldım.
“Okuldan sonra...”
Sırıtışı hınzırlaşınca aklıma her türden çılgınca fikir üşüştü ama artık onun oyununu oynamıyordum. Gözlerimi devirdim, hızla arkamı döndüm. Hormonlarıma... ve beni hiç kimsenin et­kilemediği kadar etkilemesine karşı koyacaktım.
Sabahın geri kalanında sol gözümün arkasında hafif bir ağrı eksik olmadı. Bunun tek suçlusu olarak Daemon’ı görüyordum.
Öğle yemeğinde kendimi, birisi kafama aniden yumruk atmış gibi hissediyordum. Kafeteryanın bitmeyen gürültüsü, dezenfek­tan ve yanmış yemek kokusunun karışımı yüzünden kaçıp gide­cek delik arıyordum.
“Bunu yiyecek misin?” Dee Black, tepsimdeki çökelek peyni­riyle ananası işaret etti.
Başımı iki yana sallayarak tepsiyi ittim ve Dee tepsiye dalınca midem bulandı.
“Fark ettirmeden futbol takımını bile yiyebilirsin.” Lesa, Dee’yi siyah gözlerindeki kıskançlık pırıltılarıyla izliyordu. Onu suçlaya­mıyordum. Bir keresinde Dee’nin bir oturuşta koca bir kaymaklı bisküvi paketini bitirdiğini görmüştüm. “Nasıl yapıyorsun bunu?”
Dee, zarif omuzlarını silkti. “Galiba hızlı bir metabolizmam var.”
“Hafta sonu neler yaptınız bakalım?” diye sordu Carissa, göm­leğinin koluyla gözlüğünü silerken kaşlarını çatmıştı. “Ben üni­versite başvuru formlarını doldurdum.”
“Ben de bütün hafta sonu Chad’le seviştim.” Lesa sırıttı.
İki kız, Dee’yle bana, bizim de anlatmamız için baktılar. Bana so­rarsanız, psikopat bir uzaylıyı öldürmek ve neredeyse canından ol­mak pek orada anlatılacak bir şey değildi. “Birlikte takılıp salak salak filmler izledik,” diye cevap verdi Dee. Parlak siyah bir saç buklesini kulağının arkasına sokarken bana hafifçe gülümsedi. “Sıkıcıydı yani.”
Lesa kahkahayla güldü. “Eh siz hep sıkıcısınız zaten.”
Gülümsemeye başlamıştım ki enseme hafif bir karıncalanma yayıldı. Etrafımdaki konuşmalar hafifledi, Daemon solumda­ki sandalyeye oturdu. Enfes çilekli içecekle dolu plastik bardağı önüme koydu. Daemon’dan herhangi bir hediye almış olmak beni resmen afallatmıştı, üstelik de en çok sevdiğim içeceği hatırlayıp getirmişti. İçeceği alırken parmaklarım parmaklarına sürtündü ve tenimde bir elektrik akımı dans etti.
Elimi hızla geri çektim, küçük bir yudum aldım. Çok lezzet­liydi. Belki mideme iyi gelirdi. Belki Daemon’ın bu yeni, hediye veren haline alışabilirdim. Öküz halinden çok daha iyiydi. “Te­şekkür ederim.”
Cevap olarak gülümsedi.
“Bizimkiler nerede?” diye takıldı Lesa.
Daemon güldü. “Ben sadece bir kişinin hizmetindeyim.”
Sandalyemi yana kaydırırken yanaklarım alev alev yanıyordu. “Hadi oradan, hizmetimde falan değilsin.”
Eğilip açtığım arayı kapattı. “Henüz.”
“Yapma Daemon. Ben de buradayım.” Dee kaşlarını çattı. “Se­nin yüzünden iştahım kapanacak.”
“O zaman dünyanın sonu gelmiş demektir,” diye cevabı yapış­tırdı Lesa, gözlerini devirerek.
Daemon çantasından soğuk sandviç çıkardı. Ondan başkası yemeğe inmek için dördüncü dersi ekse, soluğu idarede alırdı. Daemon acayip... özeldi. Kız kardeşi ve erkeklerin birkaçı dâhil masadaki bütün kızlar ona bakıyordu.
Kız kardeşine yulaf ezmeli kurabiye verdi.
“Plan yapmayacak mıydık biz?” diye sordu Carissa, yanakları al aldı. “Evet,” dedi Dee, Lesa’ya kocaman gülümseyerek. “Büyük planlar.”
Elimle nemli ve yapış yapış alnımı sildim. “Ne planı?”
“Dee’yle ben, İngilizce dersinde konuştuk. İki hafta sonra bir parti vereceğiz,” diye atladı Carissa. “Şöyle...”
“Büyük bir parti,” dedi Lesa.
“Küçük bir parti,” diye düzeltti Carissa, gözlerini kısıp arkada­şına bakarak. “Kendi aramızda bir şey işte.”
Dee başıyla onayladı ve parlak yeşil gözleri heyecanla parladı. “Bizimkiler cuma günü şehir dışına çıkıyor, o yüzden harika olur.”
Daemon’a kaçamak bir bakış attım. Göz kırptı. Aptal kalbim tekledi.
“Anne babanızın evde parti vermenize ses çıkarmaması sü­per,” dedi Carissa. “Ben böyle bir şeyin lafını bile etsem kıyameti koparır bizimkiler.”
Dee tek omzunu silkip başını öte yana çevirdi. “Bizimkiler ha­rikadır.”
İçim sızlamıştı, yüzümü ifadesiz tutmak için kendimi zorla­dım. Dee’nin bu dünyada her şeyden çok istediği, anne babasının hayatta olmasıydı. Hatta belki Daemon için de öyleydi. O zaman ailesinin sorumluluğunu omuzlanması gerekmeyecekti.
Birlikte geçirdiğimiz zamanlarda olumsuz tavırlarının büyük çoğunluğunun bu stresten kaynaklandığını anlamıştım. Bir de ikiz kardeşinin ölümü vardı...
Öğle yemeğinin geri kalanında sadece partiden konuşuldu. Zamanlama süperdi çünkü önümüzdeki cumartesi doğum gü­nümdü. Ama cuma gününe kadar partiyi okulda duymayan kal­mazdı. En büyük heyecanın cuma gecesi mısır tarlasında içki iç­mek olduğu bir kasabada bunun “küçük” bir parti olarak kalma­sına imkân yoktu. Dee bunun farkında mıydı acaba? “Senin için mahsuru yok mu?” diye fısıldadım Daemon’a.
Omuz silkti. “Onu durduramam ki zaten.”
İstese durdurabileceğini biliyordum, demek ki onun için bir mahsuru yoktu.
“Kurabiye yer misin?” diye sordu, çikolata parçacıklarıyla dolu bir kurabiye uzatarak.
Midem kötü olsun ya da olmasın, bunu reddetmemin imkânı yoktu. “Tabii.”
Çarpık bir gülümsemeyle bana doğru eğildi; dudakları dudak­larıma çok yakındı. “Gel de al.”
Gel de al mı?.. Daemon, kurabiyenin yarısını o dolgun ve tama­men öpülesi dudaklarının arasına koydu.
Hay ben böyle işin...
Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Masadaki kızlardan birkaçından öyle sesler geliyordu ki, duyan da masanın altında eriyip akıyorlar zannederdi. Fakat gerçekten ne yaptıklarına bak­mayı başaramadım.
O kurabiye –o dudaklar– tam karşımdaydı.
Yanaklarıma ateş bastı. Herkesin ve Daemon’ın gözlerini üs­tümde hissedebiliyordum... Yüce Tanrım, Daemon kaşlarını kal­dırmış, meydan okuyordu bana.
Dee öğürdü. “Galiba kusacağım.”
Utancımdan yer yarılsa da içine girsem diye düşünüyordum. Daemon ne yapacağımı sanıyordu yani? Leydi ile Sokak Köpeği  filmi­nin açık saçık versiyonundan fırlama bir hareketle uzanıp ağzından kurabiyeyi mi alacaktım? Kahretsin, evet kurabiyeyi tam da öyle almak için yanıp tutuşuyordum, bana neler oluyordu böyle.
Daemon yukarı uzanıp kurabiyeyi aldı. Gözleri bir savaş ka­zanmış gibi parlıyordu. “Süre doldu Kedicik.”
Bakakaldım.
Kurabiyeyi ikiye böldü, daha büyük olan parçayı bana verdi. Parçayı çabucak kaptım. Bir yanım bunu suratına fırlatma isteği­ne kapılmıştı ama... elimdeki çikolatalı kurabiyeydi, kıyamadım. Kurabiyeyi bayılarak yedim.
İçeceğimden bir yudum daha aldım ve içim ürperdi. Sanki bi­risi beni izliyordu. Kafeteryaya göz atarken Daemon’ın uzaylı eski kız arkadaşını o kendine has şirret bakışlarıyla bakarken görece­ğimi sanmıştım ama Ash Thompson, başka bir oğlanla laflıyordu. Bak sen. Oğlan Luxen miydi acaba? Pek uzaylı yaşıtları olmasa da burnundan kıl aldırmayan Ash’in bir insan oğlana gülümsemeye yanaşacağını hiç sanmıyordum. Bakışlarımı onların masasından uzaklaştırıp kafeteryanın geri kalanını taradım.
Bay Garrison da kütüphaneye açılan çift kanatlı kapının orada duruyordu ama gözlerini, patates püreleriyle karmaşık şekiller ya­pan sporcularla dolu bir masaya dikmişti. Bizim tarafa göz ucuyla bile bakan kimsecikler yoktu.
Başımı iki yana salladım; yok yere huzursuzlandığım için kendimi aptal gibi hissediyordum. Arum’un biri lise kafeterya­sına bodoslama dalacak değildi ya. Belki de hastalanıyordum. Boynumdaki zincire uzanırken ellerim biraz titriyordu. Tenime değen obsidiyen serin ve rahatlatıcıydı, güvende olduğumun ha­bercisiydi. Bu nedenle korkum boşunaydı. Belki de o yüzden ser­sem gibiydim ve başım dönüyordu.
Hayır, bunun yanımda oturan oğlanla kesinlikle hiçbir ilgisi yoktu.
Postanede beni bekleyen bir sürü paket vardı ama sevinçle ciyak­lamadım bile. Bunlar, diğer blog’cuların inceleme yapılması için kendi aralarında elden ele dolaştırdığı ön okuma kopyalarıydı. Hiç oralı bile olmamıştım. Kesin deli dana hastalığına yakalanıyordum.
Eve dönüş yolculuğu azap vericiydi. Ellerimde mecal kalmamış­tı. Kafam darmadağınıktı. Paketlerimi göğsüme yasladım, veran­danın merdivenlerini çıkarken ensemdeki karıncalanmayı görmez­den geldim. Korkuluğa yaslanmış duran bir doksanlık oğlanı da.
“Okuldan sonra hemen eve gelmedin.” Ses tonunda kızgınlık vardı. Sanki benim feci seksi gizli servis ajanımdı da atlatmayı başarmıştım.
Boştaki elimle anahtarlarımı arıyordum. “Postaneye gitmem gerekiyordu.” Kapıyı itip açtım ve paketleri girişteki masanın üze­rine koydum. Daemon elbette davet falan beklemeden peşimden içeri girmişti.
“Paketler bir yere kaçmıyor ki.” Daemon arkamdan mutfağa geldi. “Ne bunlar? Sadece kitap mı?”
Dolaptan portakal suyu kutusunu alırken içimi çektim. Ki­tapları sevmeyen insanlar bunu anlamazdı. “Evet, sadece kitap.”
“Şu anda etrafta muhtemelen hiç Arum yok ama tedbiri elden bırakmamak lazım. Şu anda onları dosdoğru kapımızın eşiği­ne getirecek bir iz taşıyorsun üzerinde. Bu, kitaplarından daha önemli.” Hiç de bile; kitaplar Arum’lardan daha önemliydi. Ken­dim için bir bardak portakal suyu koydum. Daemon’la tartışama­yacak kadar yorgundum. Henüz kibarca konuşma sanatına hâkim olamamıştık. “İçer misin?”
İç çekti. “Tabii. Süt var mı?”
Dolabı işaret ettim. “Kendin al.”
“İyi de, teklifi yapan sensin. Bana süt vermeyecek misin?”
“Ben sana portakal suyu teklif ettim,” diye cevap verdim, bar­dağımı masaya götürürken. “Sen sütü seçtin. Hem sesini alçalt biraz. Annem uyuyor.”
Sessizce homurdanıp bir bardak süt aldı. Yanıma otururken siyah eşofman giydiğini fark ettim; bu da bana, son kez bendey­ken böyle giyindiği zamanı hatırlattı. Tartışmamız, okuduğum dandik aşk romanlarındaki ateşli sevişme sahnelerinden birine dönüşmüştü. Hâlâ düşündükçe uykularımı kaçırıyordu. Bunu bir türlü kabullenemiyordum.
Sevişmemiz öyle ateşliydi ki Daemon’ın uzaylı cazibesi evdeki ampullerin birçoğunu patlatmış, dizüstü bilgisayarımı kızartmış­tı. Dizüstü bilgisayarımı ve blog’umu çok özlüyordum. Annem bana doğum günüm için yeni bir bilgisayar sözü vermişti. Ama daha iki hafta vardı...
Başımı kaldırmadan bardağımla oynuyordum. “Sana bir şey sorabilir miyim?”
“Değişir,” diye yanıt verdi yumuşak bir şekilde.
“Benim yakınımdayken... bir şeyler hissediyor musun?”
“Bu sabah üstündeki kotun ne kadar yakıştığını hissetmem dışında mı?”
“Daemon.” İçimde, BENİ FARK ETMİŞ! diye bağıran kıza kulak asmamaya çalışarak iç çektim. “Ben ciddiyim.”
Uzun parmaklarıyla tahta masanın üzerinde aylak aylak dai­reler çiziyordu. “Ensem ısınıp karıncalanıyor. Onu mu diyorsun?”
Başımı kaldırıp baktım. Dudaklarında yarım bir gülümseme belirdi. “Evet, sen de mi hissediyorsun?”
“Ne zaman birbirimize yaklaşsak.”
“Canını sıkmıyor, değil mi?”
“Seninkini sıkıyor mu?”
Ne diyeceğimi bilmiyordum. Karıncalanmanın acı falan ver­diği yoktu, sadece tuhaf bir histi. Benim asıl canımı sıkan bunun simgelediği şey, yani hakkında hiçbir şey bilmediğimiz o lanet olası bağdı. Kalplerimiz bile aynı anda atıyordu.
“Bu... iyileştirmenin yan etkisi olabilir.” Daemon beni bardağın üzerinden izliyordu. Eminim süt bıyığıyla seksi olurdu. “Sen iyi misin?” diye sordu.
“Pek sayılmaz. Niye sordun?”
“Bok gibi görünüyorsun.”
Başka bir zaman olsa bu lafı evde bir savaş başlatırdı ama yarı­sı boş bardağımı bırakmakla yetindim. “Galiba hastalanıyorum.”
Kaşları çatıldı. Hasta olma kavramı Daemon’a yabancıydı. Lu­xenler hasta olmazdı. Hem de hiç. “Neyin var?”
“Bilmem. Muhtemelen uzaylı biti geçmiştir.”
Daemon kahkahayla güldü. “Sanmam. Hasta olmana izin ve­remem. Seni dışarı çıkartıp izini ortadan kaldırmamız gerek. O zamana kadar sen...”
“Ayak bağı olduğumu söylersen canını yakarım.” Öfkem, mide bulantımı bastırmıştı. “Öyle olmadığımı ispatladım, özellikle de Baruck’u sizin evden uzağa götürüp onu öldürdüğümde.” Sesimi yükseltmemek için çaba harcıyordum. “İnsan olmam zayıf oldu­ğum anlamına gelmiyor.”
Arkasına yaslandı, kaşlarını yukarı kaldırdı. “Ben sadece, o zamana kadar risk altındasın, diyecektim.”
“Ya.” Yanaklarım kıpkırmızı oldu. Tüh. “İyi, o zaman, ben ayak bağı değilim yani.”
Daha demin masada oturan Daemon yanımda diz çökmüştü. Yüzümü görmek için hafifçe başını kaldırmak zorunda kaldı. “Za­yıf olmadığını biliyorum. Kendini kanıtladın. Hem, bu hafta sonu yaptığın şey de neydi öyle? Bizim güçlerimizi kullandın resmen. Hâlâ bunun nasıl olduğuna kafam basmıyor ama sen ayak bağı değilsin. Asla.”
Vay be. Cidden... kibarken ve bana dünyada kalan son çikola­taymışım gibi baktığında, kendimi ona teslim etmeme kararım düpedüz sarsılıyordu.
Ağzındaki çikolatalı kurabiyeyi düşündüm.
Aklımdan geçenleri biliyormuş ve gülmemeye çalışıyormuş gibi dudaklarının kenarı seğirdi. O her zamanki ukala sırıtış değil, gerçek bir gülücüktü bu. Sonra aniden ayakta durmuş tepemde dikilirken buldum onu.
“Şimdi zayıf olmadığını kanıtla bana. Hadi, kaldır kıçını da şu izi silelim biraz.”
İnledim. “Daemon, ben cidden kendimi iyi hissetmiyorum.”
“Kat...”
“Bunu gıcıklık olsun diye söylemiyorum. Kusacak gibiyim.”
Kaslı kollarını kavuşturdu, Under Armour marka tişörtü göğ­sünün üstünde gerildi. “Etrafta öyle deniz feneri gibiyken dolaş­man hiç güvenli değil. O izi taşıdığın sürece hiçbir şey yapamaz­sın. Hiçbir yere de gidemezsin.”
Midemin bulantısını görmezden gelerek masadan kalktım. “Üstümü değiştireyim.”
Geriye adım atarken gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. “Bu kadar çabuk mu pes ediyorsun?”
“Pes etmek mi?” Kuru kuru güldüm. “Sadece senden kurtul­mak istiyorum.”
Daemon gür sesle güldü. “Rüyanda görürsün Kedicik.”
“Sen kendini pohpohlamaya devam et.”
Göz açıp kapayıncaya kadar karşıma dikilmiş, önümü kapat­mıştı. Sonra yürümeye başladı; başı eğik, gözleri kararlılıkla doluydu. Ellerim mutfak masasının kenarını bulana kadar geriledim.
“Ne var?” diye sordum.
Ellerini kalçalarımın iki yanına koyup öne eğildi. Ilık nefesi yanağımdaydı ve gözlerimiz birleşmişti. Bir daha yaklaştı ve du­dakları çeneme sürtündü. Boğazımın gerisinden boğuk bir çığlık geldi ve ona doğru uzandım.
Sonra bir baktım ki Daemon geri çekilmiş, ukalaca kıkırdıyor­du. “Nasılmış? Kendimi pohpohlamakla alakası yokmuş değil mi Kedicik? Git de hazırlan.”
Lanet olsun!
Ona orta parmağımla hareket çekip mutfaktan çıktım ve yukarı çıktım. Tenim hâlâ yapış yapış ve iğrençti. Bunun olanlarla bir ilgisi yoktu ama yine de üstüme eşofman ve termal içlik giydim. Koşmak, yapmak istediğim en son şeydi. Daemon’ın, kendimi iyi hissetmeme­mi umursamasını falan beklemiyordum tabii.
Kendisinden ve kız kardeşinden başkasını düşünmezdi o.
Bu doğru değil, diye fısıldadı kafamın içindeki sinsi, sinir bozu­cu ses. Ama belki de bu ses haklıydı. Beni ölüme terk edebilecek­ken iyileştirmişti ve onun düşüncelerini, onu bırakmamam için yalvarışını duymuştum.
Her iki durumda da kusma isteğimi bastırıp eğlenceli bir ko­şuya çıkmalıydım. Altıncı hissim bu işin sonunun hiç de hayırlı bitmeyeceğini söylüyordu.

Ateş ve Buz

Tekrar merhabaa :) Tanıtacağım kitap Ateş ve Buz.



Patronu, 5K yarışına katılacak olan William Harrington hakkında yazmasını talep eder ve genç kadın bu kaba ve kendini beğenmiş adamla iki saati aşkın bir süre boyunca inanılmaz derecede sıkıcı bir görüşme yapmak durumunda kalır.
Ertesi gün yarışta olanlar ise Sophie’nin Alaska’ya doğru bir maceraya sürüklenmesine neden olur.Bir FBI ajanı olan Jack MacAlister’ın görevi Sophie’yi korumaktır. Sophie ve Jack amansız Alaska topraklarındaki tehlikelere karşın tutku dolu bir yakınlık kurarlar.
Aynı zamanda Alfa Projesi’nin saklı tutulan gizemini çözmeye çalışırlarken, ölümcül bir düşmanla karşı karşıya gelirler.
Sophie aradığı büyük hikayeyi Alaska’da bulmakla kalmaz, aynı zamanda kendisi de bir hikaye konusu haline gelir.

Kitabın arkasında yazan bu. Benim yorumuma gelirsek;
Şimdi esas kızımız Sophie, gazeteci, güzel ve sarışın bir hatun. Araştıracağı kişiyse William. Kendisi çok konuşan ama yakışıklı biri. Tek bir gün bunlar röportaj yapıyorlar ve bu adam yarışma günü puff... Ortadan kayboluyor. Ve garip olaylar oluyor. Birde esas adamımız Jack var kiii çoook yakışıklı, cazibeli bir adam kendileri. Bunlar tanışıyorlar ve bir takım şeyler oluyor. Ardından olaylar olaylaar...  Gerisi sizin okumanıza kalmış.

Not: Julie Garwood en en en en sevdiğim yazardıır.

Öhö... Öhöö...

Merhabaaa ! :) Ben şimdi bu yazıyı kendim hakkımda ve sizin istekleriniz hakkında bilgi vermek ve almak için yazıyorum.

Ben Ayça. İstanbul'da yaşıyorum. Kitap okumaya bayılıyorum ve kitap okumaya 2. sınıfta başladım. 8 yaşımda yani. O gün bu gündür elimden kitabım eksik olmaz. Her tür kitabı okumaya çalışırım çünkü hangi türü sevdiğimi bulmaya çalışırım hep. Tarihi, romans ve fantastik kitaplar özellikle favorimdir.
Bunların haricinde Kore dizi, film ve şarkılarına (kısaca Güney Kore'ye) bayılırım. Ayrıca İngiltere'yi de çok severim. Ah ah keşke ailem bıraksa da gitsem oralara... Ama beni "sen 60 yaşında da olsan göndermeyiz" diye tehdit ediyorlar -.-  Her neyse, bu ülkeleri severim sevmesine ama ülkem söz konusu olunca onları göz ardı edebilirim. Bunların haricinde gezmeyi, sinemaya gitmeyi, şarkı dinlemeyi ve kahve içmeyi çok severim. Ayrıca kişisel özelliklere girersek sarı saçlı, gözlerinin ne renk olduğuna karar verememiş (yeşilimsi mavi O.o ) çok uzun boylu olmayan biriyim ^.^ )

Ben kendimden bahsettim. Blog'umun fazla tanınmadığını biliyorum. Ama ben eğer isteyen varsa kitaplar haricinde şeylerden de bahsedebilirim blogda bu nedenle yazdım bu yazıyı. Yani ben filmleri, dizileri, şarkıları ve müzikleri, kitapları vs. seven biriyim ve isterseniz hepsinden bahsedebilirim. ^.^ Sizin tercihinizle :) Eğer başka şeyler isteyen varsa onlarda olur :)

Not: Ülkem=Türkiye ve tek sevdiğim ülke İngiltere ve Kore değil. Yani pek çok ülkeyi severim ama İngiltere sevgim kitaplardan kaynaklanıyor biraz :)

İyi günleeer :) (Aaa  annem arkamda terlikle bekliyor valla dershaneye geç kaldıım O.o   :D )

Melez :)




Aslında kitap 2 hafta önce bitti ama yorumu yeni yapıyorum. Neden bu kadar bekledin okumak için diye sorarsanız araya sürekli başka kitaplar girdi.
Ama okudum en iyi kitaplar arasına girebilir hatta girmişti belki :D Gerçekten, mitolojiyi özellikle Yunan Mitolojisi'ni çok seven biri olarak söylüyorum harikaaaaaaaaaa bir kitaptı. Tabi bazı yerlerde (bir veya iki yerdedir) sıkıldığım oldu ama sürükleyiciydi. Ama gerçekten arada kaldım. Yani Seth mi ? Aiden mı? konusunda. Bu nedenle (ikisi arasında) tarafsız kalarak Deacon diyorum :D Konusunu kendim yorumlardım ama çoook uzun sürer ve cidden vaktim yok dershaneye yetişeceğim daha :/ 

Hematoi ırkı, tanrılarla yaratıkların soyu. İki Hematoi çocuğu Safkan sayılıyor ve tanrısal güçlere sahip oluyor. Hematoilerle ölümlülerin çocukları olan Melezlerde ise bu güçler yok. Bu melezlerin sadece iki seçeneği var: eğitimli birer Avcı olup iblis avlayabilir ya da Safkanların evlerinde kölelik yapabilirler.

Bir Melez olan Alexandria, yaşamını tuvalet temizleyerek geçirmek yerine tehlikeye atmaya razı ama bunu da yüzüne gözüne bulaştırabilir. Avcılık öğrencilerinin uyması gereken belli kurallar var. Alexin bu kuralların hepsiyle başı dertte ama en fazla birinci kural onun için büyük sorun: Safkanlarla Melezler arasında ilişki yasak.

Ne yazık ki Alex, Safkan Aidena çok fena âşık. Ancak bu aşk onun tek büyük sorunu değil; daha büyük bir sorun, okuldan mezun olana kadar hayatta kalmak ve bir Avcı olmak. Görevinde başarısızlığa uğrarsa ölümden ya da kölelikten de kötü bir son onu bekliyor: bir iblise dönüşmek ve Aidenın avı olmak.

Daha korkunç bir şey düşünülebilir mi?

Melez, Yunan Mitolojisine bambaşka bir bakış açısı kazandırıp dünyada büyük yankı uyandıran Melez Sözleşmeleri serisinin ilk kitabıdır.


Not: Deacon Aiden'ın kardeşidir. Kendisi de abisi gibi yakışıklı biridir :D

Buradan Jennifer L. Armentrout'a teşekkür ediyorum biz kitap kurtlarına Lux ve Melez Sözleşmeleri Serisini verdiği için :)
Ayrıca DEX yayınlarına da bu serileri yayınladıkları için teşekkürler :)